24 Mart 2020 Salı

Gâyet Merhametli Olunuz

Fahreddini razi'nin tefsir-i kebir'inin 3. cildinde yazar.

"ben bu tefsiri bitireceğim sırada" der.

"kendimi rüyada cennette gördüm, cennette" diyor.

"beni buraya niçin soktular?

bu kadar tefsir yazdım, bu kadar vaaz ettim, bu kadar talebe yetiştirdim!"

"yoo yooo yoooo yooo fahrettin!" demişler.

"bunlar, sen bir gün kamış kalemi mürekebe batırıp da yazacağın sırada odanda kamış kalemin üzerine bir sinek kondu, sinek.

içinden şöyle geçti. bu oda kapalı. bu hayvancağız herhalde susamıştır. içsin şu mürekkebin suyunu bu da allah'ın mahlukudur diye içinden geçti!" demiş.

sineğin ne olacak bir damlacık bile su içmez , içemez.

içmiş suyunu sinek.

allah'ın hoşuna gitti.

bu sebebledir orada olman!.....

gâyet merhametli olunuz.

sokakta giderken bile bir karıncayı bile incitmeyin.

Dr. Münir DERMAN (k.s.)

4 Ekim 2017 Çarşamba

Eskici Hasan, Emine Hatun, Çoban Osman Hikayesi


Şimdi olan vakadan bahsedeceğim.
Dinleyin,

Anadolu'nun bir köyünde eskicilik yapan zayıf, çelimsiz, sessiz ayakkabı tamircisi Hasan Usta varmış. 
Gözlüğünün bir sapı kırık olduğu için oraya bir ip bağlayarak kulağına takarmış.

Köylüler tarafından; kendisinin köy camisine gelmediğini gördükleri için Hasan ustaya hor bakılırmış

Günün birinde kaza müftüsü köye misafir gelmiş. O gün de Hasan usta
evinde vefat etmiş. Karısı iri yarı Emine hatun muhtara, imama haber vermiş. Hasan ustanın öldüğünü...
imam, muhtar, köylüler ve müftü köy kahvesinde oturdukları bir zaman,

İlk defa imam:
- "Emine hatun, onu ne yıkarım ne de namazını kılarım" dediğinde cemaat de bu sözü tasdik etmiş. Müftü sormuş,
- Neden böyle yapıyorsunuz... imam, muhtar ve cemaat
- Senelerdir Hasan usta bir defa camiye gelmemiştir, demişler... Müftü, sizin bileceğiniz iş demiş,

Hasan ustanın ölüsü üç gön evde kalmış. Emine hatun çaresiz Hasan ustayı soyup bir çuvala koymuş, sırtlamış eline bir de kürek almış. Çıkmış köyden... Ormanın kıyısında ******* diye düşünmüş. 

Giderken köyün yanından geçen yolun öte tarafında küçük bir kulübede yaşayan çoban Osman Emine hatunu görmüş. Nedir bu diye sormuş... Emine hatun köylünün yaptığını anlatmış. Çoban, Osman ver Emine hatun, bu kadın işi değil ben ******* Hasan ustayı... 

Sırtlamış çuvalı almış küreği eline. Bir çukur açmış çuvalla birlikte Hasan ustanın cesedini koymuş çukura, üstünü toprakla Örtmüş. Ve gelmiş, al Emine hatun küreği... Hepimiz öleceğiz. Hak'kın emri bu ya...

Ertesi günü sabah namazına cemaat toplanmış müftü de orada... imam namazı kıldırmış. Camiden çıkacakları sırada müftü ayağa kalkmış,

- Cemaat biraz durun, ben bu gece Hasan ustayı Resulü Ekrem'in önünde diz çökmüş Resul'ün onunla konuştuğunu gördüm, ve sarsıldım. Yıkayıp namazını kılmadığınız bu işte bir hata olsa gerek dediği sırada, imam ve cemaat irkilerek müftü efendi hepimiz aynı rüyayı gördük demişler. Hepsi birden kalkıp Emine hatunun evine gitmişler. Hasan ustanın cenazesini ne yaptığını sormuşlar...

- Ben gömecektim, çoban Osman bu kadın işi değildir diye aldı götürdü gömdü şu ormanın yamacına dedi... Emine hatun göz yaşlarıyla,
- Müftü efendi Hasan kırk senedir koçanıdır. Namazını daima evde kılardı. Niçin camiye gitmediğini bilemiyorum dedi...

Cemaat hep birlikte Çoban Osman'ın kulübesine gittiler. Çoban Osman da yoldan geçen bir zavallıya toprak kabın içinde süt ekmek koymuş onunla yiyiyordu. 
Çoban Osman ayağa fırladı. 

Hayrola imam efendi dedi.
- Hasan ustayı sen mi gömdün? '
- Evet imam efendi
- Nereye?
- Şu ormanın yamacına... - Yıkadın mı? ' -Ben bu işi bilmem. Çuvalla beraber, çukur açtım oraya koydum.

Toprakla örttüm üstünü... Müftü efendi söze karıştı:
- Osman ağa, üstüne birşey okudun mu?
- Müftü efendi, ben birşey bilmem ki okuyum...

- Ne söyledin?
- Müftü efendi, yalnız gömdüm. Işte okadar...
Müftü, imam, cemaat zorladılar çoban Osman'ı... Muhakkak birşey okudun söyledin dediler...
- Hayır efendim birşey bilmem kî söyleyim...

Tekrar tehdit edecek surette zorladılar çoban Osman'ı... Gözleri doldu
çoban Osman'ın...

- Ha şunu söyledim efendim dua değil bu amma, Ya Rabbi bu benim küçücek kulübeme yolda kalanlar uğrar. Onlara süt veririm. Varsa yumurta ekmek veririm. Bir gece de misafir ederim. Ertesi günü uğurlarım onları, hiç birşey beklemeden. Zaten onlar Tanrı misafiridir. 

Senin misafirine ben böyle yapıyorum. Bu da sana misafir geldi. Ne yaparsan yap dedim 
döndüm... Hepsi bu kadar.

Düşün tekrar düşün ne demek İstediğimizi anlarsan ne mutlu size... 

Dua edin bize...


12.VII.1982

10 Ocak 2012 Salı

Gönenli Mehmet Efendi

2 Ocak 1991 yılında Hakk'ın rahmetine kavuşan Mehmet Efendi'yi rahmetle anıyoruz.

GÖNENLİ MEHMED EFENDİ
1903 yılında Balıkesir'in Gönen ilçesinde dünyaya gelmiştir İlk öğrenimini tamamladıktan sonra 1920'li yıllarda İstanbul'a gelen Gönenli Hoca Fatih Camii ders-i âmlarından Serezli Ahmet Şükrü Efendi'den ders almıştır Hıfzını ve tashih-i huruf derslerini tamamladıktan sonra, kıraat ilmini de aynı hocada okuyarak 1925 yılında icazet aldı Daga sonra 1927 yılında İmam Hatip mektebinden mezun oldu 1930 yılında Gönen Merkez Camii imam hatibi olarak hizmetine başladı Üç yıl sonra vatanî görevini yapmak üzere görevinden ayrılarak İstanbul'a gelen Gönenli Mehmed Efendi askerliğini yedek subay olarak yapmıştır Askerliğinden sonra bir daha memleketine dönmeyip, görevine İstanbul'da devam etmiştir İstanbul'da sırasıyla Hacı Bayram Kaftani, Dülgerzade, Hacı Hasan, Sultan Ahmet Camii imam-hatipliklerinde bulundu En uzun süre Sultan Ahmet Camii imam-hatipliklerinde bulundu ( 1954-1982) Gönenli Mehmed Efendi Türkiyenin uzun yıllar Reisül Kurra'sıydı Reisül Kurra, yani Kur'anı yedi kıraat ve on rivayet üzerine okuyan icazet almış üstat hafızların duayeni, eğitimi sürdüren en tecrübeli üstadı.
Okumak için Anadolu'dan gelen fakir ve kimsesiz öğrencilerin İstanbul'da yerleştikleri ve destek buldukları ilk kapı Gönenli Mehmed Efendi'nin kanatlarıydı İstanbul'un hemen hemen her semtindeki camii ve kurslarda okuyan öğrencilerin ekmeklerini yiyecek içecek ve giysilerini Gönenli Mehmed Efendi temin eder ve talebelerin ceplerine harçlıklarını koyarak öğrenim masraflarını karşılardı O öyle bir hocaydı ki talebelerin kirlenmiş giysilerini yıkanmak üzere evine getiriyordu Eşi Valide Sultan, talebelerin kirli giysilerini o dönemki şartlar yüzünden elinde yıkamak zorunda kalıyordu.
Hakk'ın rızasının halka hizmet etmekle kazanılacağına inanan Gönenli Mehmed Efendi insanları ferahlatan üslubuyla büyük kitleleri camiilere çekmeyi başarmıştır İnsanların kendisine gelmesini beklemez, o onların mekanına giderdi Aynen ümmetine olan sevgisi ve merhameti herşeyin üzerine çıkmış Resulallah SAV gibi o da talabelerin dulların yetimlerin köprü altında kalmış gariblerin yolcuların hatta turistlerin şefkatli hocasıydı Düşünceleri ve kişiliğyle bir ekol olan Gönenli Mehmed Efendi, sayısı haftada altmışı geçen vaazlarında az ve tesirli söz söylerdi Kur'anı okumak, okutmak, yaşamak ve yaşatmak için beldeden beldeye koşan Gönenli Mehmed Efendi Kur'an meclislerinin en önemli simasıydı.
Fakir ve muhtaçlara yönelik hizmetlerini Kızılay, Yeşilay gibi hayır kurumlarında da sürdürmüş olan bu vakıf insan kimseden bir şey talep etmeyip, kendisine verileni de halka ve öğrencilere dağıttı.
Gönenli Mehmed Efendi hakkında onu tanıyan herkesin yaptığı ortak yorum şudur: "Gönenli Hoca mı? Onun gibisi bir daha zor gelir" Kısacası Gönenli Hoca insanların kalbinde, klasik bir din adamından çok daha büyük, çok daha anlamlı bir yer edinmiştir Gönenli Mehmed Efendi "Kolaylaştırın, güçleştirmeyin, müjdeleyin, nefret ettirmeyin" hadis-i şerifini hayatında en güzel bir şekilde uygulamıştır O, "yükte hafif, sevapta ağır olanları götürmeye çalışacağız" diyerek insanları dinin emirlerini yerine getirmeye teşvik ederdi Kendisi çok zeki bir insandı Bir kez gördüğü bir insanı 40 yıl sonra görse tanırdı Eğitime, özellikle anneliğin sorumluluğunu da düşünerek hanımların eğitimine büyük önem verirdi 90 yaşında, iki taraftan koluna girilmiş güçlükle bir insan düşünün Eşi kendisine soruyor: "Artık sohbet vermek için camii camii dolaşıp yorulmasanız" Şu cevabı veriyor: "Belki cemaatime söylemeyip unuttuğum bir şey kalmıştır"
Gönenli Mehmed Efendi kişisel görünümüyle de çok farklı bir portre çizmekteydi Tertemiz, düzgün ve zevkli giyimli, sempatik ve insanları kendine çeken bir alimdi Elinde çantası, bütün insanlara tebessüm dağıtan yüzüyle Gönenli Mehmed Efendi yakın dostu zamanın alimlerinden Bediuzzaman Said Nursi hazretlerinin deyişiyle " Kahraman Mehmetçik " Gönenli Mehmed Efendi bereketli ve verimli bir ömür sürmüştü Yüzyılın en büyük cenazelerinden biri onun Fatih camiinde, yurdun her yanından ve yurtdışından onbinlerce kişinin büyük alimlerin katıldığı cenazesiydi Sade bir hayat süren Gönenli Mehmed Efendi muhteşem bir topluluk ve törenle Hakk'a uğurlanmıştı 2 Ocak 1991 Çarşamba günü Hakk'ın rahmetine kavuştu.
Gönenli Mehmed Efendi hazretleri hakkında daha geniş bilgi sahibi olmak isteyenler Kırk Kandil Yayınevinden Mustafa Özdamarın kaleminden yazılan GÖNENLİ MEHMED EFENDİ kitabını inceleyebilirler. 

 

13 Haziran 2011 Pazartesi

Hâlâ mı?


- Hâlâ onbin sene geriden çalışan beyinlerin kıyâmete kadar geçerli ve çağdaş olacak
kitabı anlaması çok zordur!...

Madem ki taklitten tahkike geçmek gayemiz, Kur`ân’da sembol yollu yazılanların ardındaki
mânâyı algılamaya çalışacağız...

- “İnsanlar için misâlleri saydık... Bilenlerden başka, nerede akıl eden?..
- Andolsun ki Zikr için Kur`ân `ı kolaylaştırdık.. Nerede anlayan?..
- Muhakkak ki bu Âyetlerde akıl öz akıl sahipleri için alınacak ibretler var..
- Bu mübârek kitabı ancak şunun için inzal ettik: Âyetleri üzerinde tedebbur etsinler
(derin düşünsünler) diye ve de öz akıl sahipleri tezekkür etsinler...
- Sağırdırlar, kördürler, lâldırlar; dolayısıyla akletmezler!...

Bu Âyetlerden ben şunu anlıyorum;

Geldiği devirdeki insanların genel seviyesinden başlamak üzere, kıyamete kadar gelecek tüm insanlara
ışık tutmak üzere, her devrin çağdaşı ve ötesi olacak kapasitede hazırlanmış ve cümleleri,
kelimeleri ona göre düzenlenmiş bir kitap olan Kur’ân ile karşı karşıyayız...

Eğer beyin sahibi isek, beyni ebediyet ruhu üreten ve insan olduğunun bilincine ermeyi
arzu eden bir beyin kapasitesine sahip bir birim isek...

Biz artık değişmek mecburiyetindeyiz!...
Ya sürüye sayılmayı, kabulleneceğiz, Yunus Emre`nin dediği gibi...
Ya da insanlık şerefinin gereğini yaşamak için beynimizi kullanmağa başlayacağız...

Bu iş hobi işi değildir!...

Arada sinemaya, tiyatroya gidip gönül eğlendirir gibi,
“biraz da DİN’le ilgilenelim gönlümüzü eğleyelim” diyenlerin bu işte yeri yoktur!...

Giyin, süslen, tak takıştır, erkeğinin yanında, ben güzelim, diye dolaş...
Etrafa hava atıp, bedensel zevklerini tatmin için para kazanıp, ye iç eğlen...

Sonra da haftada birkaç saat Din’le uğraş..

Aldatmayalım kendimizi!...

Bana göre hava hoş!... Ben bugün olduğum gibi, yarın da gene ücrâ bir yerde kendi dünyamı yaşayacağım...

Acaba, siz bu basit mantıksal bakışları bile atamadığınız Kur’ân gerçekleriyle
yarın yüz yüze geldiğinizde ne halde olacaksınız?...
“Karının kocasından, ana babanın evlâdından kaçtığı o günde..” diyor âyet!... Âyet doğru mu söylüyor acaba size göre?...

Bugün dilini ve ne anlattığını anlamadığın Kur’ân ‘daki gerçekler yaşamına yön vermiyorsa;
beynini çalıştırmana- kendisine yönelmene sebep olmuyorsa...

"Burada a`mâ olan âhırette de a`mâdır" hükmü gereğince hâlimiz ne olur ki?...
Lûtfen ya kendinizi aldatmaktan vazgeçin... Ya da dinden!...
Kur’ân ‘ı, beyin sahibi olarak; Âyetleri, anlatılan olayları, acaba bu anlatımla ne anlatılmak isteniyor,
diyerek okumaya başlayın!...

Sizin en sadık dostunuz ne Ahmed Hulûsi ne de bir başkasıdır!... Yalnızca Kur’ân ‘dır!...
Allah kelâmını anlamazsan; Allah`ın (ÖZÜNDEN gelen) kelâmını nasıl değerlendirebilirsin ki?...
Nefsinden (özünden-zâtından) gelen hitâbı anlayabilmen içindir ki, âfâkından kitap gelmiştir sana!...
Enfüsünden gelen hitabı dinleyemiyorsan bu demektir ki âfâkından gelen kitabı

OKUYAMIYORSUN!..

Onu okuyamadığın sürece de enfüsünden geleni anlayamazsın!...
Enfüsünden gelenle hemhal olmadıkça da, HANİFİM BEN diyemezsin!...

Önce Kur’ân ‘ın hikayelerle dolu tarih kitabı olduğunu kafanızdan silip, gerçekten,
onu OKUYABİLENLERDEN OKUMASINI öğrenin!...
Kur’ân okumanın ve okutmanın olağanüstü sevaplarından bahseden Allah Rasûlü’nün
uyarıları, Kur’ân alfabesini öğreten ve öğrenenlerden bahsetmiyor!.

Allah’ı istiyorum, diyorsan, hanım gibi kıvırma; erkek gibi sözünün eri ol ve gereken
çalışmayı ortaya koyarak hedefine ulaşmaya bak!...

Lâfla, lakırdıyla, falanca şunu demiş, filanca bunu demiş de, fişmekânca da bunu demiş
clipbordu olmakla hiç bir yere varamazsın!...

Allah insan olarak yaratmışsa seni (insanSI değil), yolladığı Âyetler üzerinde tefekkür edip,
o mânâları değerlendirmek suretiyle kendini bulasın diye...

Ne yaparsanız yapın ama sakın kendinizi aldatmayın!...
 
Kendini aldatmanın bedeli ebedî körlüktür!...

Cehennem’deki en büyük azâb da bundan dolayıdır!...

9 Haziran 2011 Perşembe

FARKIN FARKINDA MISINIZ? "ALLÂH" BİR TANRI DEĞİLDİR!

İslam dinini bildiren Hazreti Muhammed kudsal kitap Kur'an-ı Kerim ile "TANRI" kavramını reddeder; "tanrı" nın varolmayıp "sadece ALLÂH'ın mevcud" olduğunu vurgular! Bu gerçeğin farkında mıyız?
Bu bölümde, Kur'an-ı Kerim'in bildirdiği "ALLÂH" kavramının bütün inançlardaki "TANRI" kavramından niçin son derece farklı olduğunu açık seçik göreceksiniz…
* * *
En ilkelinden gelişmişine kadar, hemen herkesin, düşüncesinde bir "TANRI" kavramı vardır… O'na kızar, O'nu sever, O'nu yargılar, Zaman zaman yaptığı yanlış (!) işleri yüzünden O'nu itham eder; adeta O'nu yukarıda bir yıldızda ya da galaksinin herhangi bir yerinde boşlukta oturmakta olan tonton bir dede, ya da celalli bir sultan gibi hayal ederiz!.
Biraz daha geniş düşünenler ise, bu hayalimizde var kabul ettiğimiz "TANRI"nın gerçekte varolmasının mümkün olmadığını belirterek; "biz tanrıya inanmıyoruz" derler ve bu yüzden de "ateist-tanrı tanımaz" olarak adlandırılırlar…
Oysa gerçekte, ne tanrı tanımazların (ateistlerin), ne de duyduklarına göre hiç düşünmeden şatlanma yollu bir tanrı var sananların; Hz. Muhammed'in açıkladığı "ALLÂH"tan haberleri yoktur!
Bu yüzdende "Tanrı" ile "ALLÂH" kavramlarını aynı zannedip hatta sanki iyi bir iş yapıyor sanısı ile "ALLÂH" yerine dillerine "TANRI" kavramını dolarlar… Aslında yaptıkları doğrudur; zira onlar gerçekten "ALLÂH"tan ve "ALLÂH" kavramından sözetmeyip, hayallerinde varsaydıkları "TANRILARINDAN" bahsetmektedirler…
Şunu kesinlikle bilelim ki…
Resulullah Muhammed Mustafa aleyhisselam ve Kur'an-ı Kerim şu çok önemli gerçeği vurgulamaktadır;
ÖTEDE ya da ÖTENDE bir TANRI yoktur; SADECE "ALLÂH" vardır!.
"ALLÂH"ı hakkıyla idraka çalışmadılar…(22-74)
Ayeti bizim bu konudaki ihmalimize işaret eder…
Biline ki…
Dilimizdeki "TANRI", "İLAH", "MABUD" kelimeleri ile bunların İngilizce'deki karşılığı olan "GOD", Fransızca'da karşılığı olan "DİYÖ", Almanca'da karşılığı olan "GOT" kelimeleri hep "TAPINILACAK bir varlık" kavramını ifade eden kelimelerdir…
Yani, insanlar, bu kelimeler ile ÖTEDEKİ bir mabuda, ilaha, tanrıya işaret ederler!.
"ALLÂH" kelimesi ise ÖZEL olarak bir varlığın ismidir!.Ki biz,O varlığa işaret etmek ve O varlığı tanıtmak için, ya çeşitli vasıflarıyla tarif ederiz; ya da bu vasıflarını çeşitli isimlerle işaret ederiz…Ancak, bütün bu isimler, hep, O varlığın, sadece ve sadece çeşitli vasıflarına işaret eder; ve o vasfı yönünden O'nu tarif eder…
Mesela, bu fakire "HULUSİ" derler…Bu isim, O'nun özel ismidir…Herhangi bir lisana bu ismi çeviremezsiniz…İngilizce de olsa, Fransızca da olsa hep gene "HULUSİ" denmek zorunluluğu vardır…
İşte bunun gibi, "ALLÂH" isminin de, ÖZEL bir varlığın ÖZEL ismi olması nedeniyle, başka bir kelimeye çevrilmesi, veya başka bir kelimeyle anılması mümkün değildir…
Esasen, yukarıda belirttiğimiz gibi, diğer kelimeler "tanrısallık kavramına" işaret ederken; "ALLÂH" kelimesi ise tamamiyle ÖZEL bir VARLIĞA işaret eden ÖZEL bir isimdir…
Bu sebebledir ki, tanrısallık ifade eden hiç bir kelime, asla "ALLÂH" kelimesinin yerini tutamaz!.
"ALLÂH" yerine "TANRI" kelimesini kullananlar, bunu ya cahillikten, bilgisizlikten kullanmaktadırlar; ya da kavranış yani idrak yetersizliğinden konuyu değerlendirmedikleri için yapmaktadırlar…
İşte, böyle özel bir ismi olan ve "CÜZ" kavramından dahi münezzeh bulunan varlığa kişi "ALLÂH" dediği zaman, bu kavram yanısıra bir de "CÜZ" tasavvur ederse; ya da bir "CÜZ" kabul ederse, bu hangi isim ve kavram altında olursa olsun, o kişi "ALLÂH"a şirk koşmuş olur; yani "ALLÂH" gerçeğini örtmüş ve bir "TANRI" kabullenmiş olur!.
Ki bu durumda da şu ayetle uyarılır:
— ALLÂH YANISIRA TANRI OLUŞTURMA!.
Sonra aşağılanmış ve kendi başına bırakılmış olursun… (17-22)
İşte bu konuda ikinci bir uyarı daha:
— "ALLÂH" YANISIRA TANRI EDİNME! (28-88)
Yani varolan gerçek mutlak varlık "ALLÂH" iken; sen "ALLÂH" kavramından gaflete düşüp, "ALLÂH" ismiyle işaret edilen varlığı ötende bir TANRI sanıp; böylece bir TANRI edinmiş durumuna düşme!.
Ötede, ya da ötende bir tanrı kabul etmek suretiyle, farkında olmadan "ALLÂH" kavramı ve anlamı dışına çıkarak "tanrı" kavramı içine girersin…
Böylece de Kur'an-ı Kerim'in açıklamış olduğu "vahdet" idrakından kendini mahrum etmiş olursun…
Ve böylece de "nefsine en büyük zulmü yapmış olursun"
Hazreti Muhammed aleyhisselam, "ALLÂH RESULU" olduğunu, almış olduğu vahiy sonucu olarak açıklayıp, artık insanların tanrıya tapmaması için elinden gelen gayreti göstermeye başladı…
"TANRI YOKTUR, SADECE ALLÂH VARDIR" mesajıyla insanlara gerçeği anlatmaya başlayan Hazreti Muhmmed'in vurguladığı bu gerçek, KELİME'İ TEVHİD şeklinde formüle edilmişti…
İslam Dininin temelini, "LA İLAHE İLLALLÂH" sözünün manası oluşturur.
"La İlahe İllAllâh" ne demektir?
Bu söz basit olarak ele alınırsa;
"TANRI yoktur sadece ALLÂH vardır" anlamında değerlendirilir…
Eğer kelimelerin anlamı üzerinde durursak…
"La İlahe"; " La" yoktur; "İlahe", TANRI demektir, yani tapınılacak tanrı yoktur, demektir.
Şimdi burada şu noktaya dikkat edelim…
Kelime-i Tevhid, "La ilahe" ile başlıyor… Ve başlangıçta, kesin bir hüküm vurgulanıyor. "Yoktur tapınalacak varlık!";
"Lâ ilâhe!.."
Akabinde, bir açıklama geliyor… "İllâ" "sadece", "ALLÂH" vardır!.
"İLLÂ ALLÂH" yani "sadece ALLÂH"!.
Birinci mana olarak, bu cümleden açığa çıkan gerçek şudur…
"Tapınalacak TANRI yoktur"… Evet, burada, kesin olarak, tapınılacak bir öte tanrı olmadığını vurguladıktan sonra, "İLLA ALLÂH" diyor…
"İLLA", yukarıda açıklamaya çalıştığımız üzere, "ancak" manasına anlaşılabileceği gibi, buradaki kullanım şeklinde görüldüğü üzere "SADECE" anlamında dahi kullanılır…
Evet, "İLLA", "ALLÂH" kelimesiyle birarada kullanıldığı zaman kesinlikle "SADECE" anlamında algılamak zorundadır; zira "ALLÂH"tan gayrı vücud sahibi yoktur ki, "ALLÂH" ona kıyaslansın veya o şeyle benzer kefeye konarak ona nisbetle tarif edilsin!. Bu hususu da geniş şekilde Hz. "MUHAMMED NEYİ OKUDU" isimli kitabımızda açıkladık.
İşte bu sebepten dolayıdır ki, "İLLÂ" kelimesi "ALLÂH" ismiyle yanyana kullanıldığı zaman bunu daima "SADECE" kelimesiyle tercüme etmek zorundayız…
Nitekim bu mana İngilizceye tercüme edilirken:
"There is no god BUT ALLÂH"
şeklinde değil;
"There is no god ONLY ALLÂH"
şeklinde tercüme edilmelidir…
Ki böylece, İslam Dini'nin getirmiş olduğu VAHDET-TEKLİK inanç veya düşünce sistemi farkedilebilsin.
Evet, sadece "ALLÂH" vardır ki, "O ALLÂH, tapılacak bir tanrı değildir", anlamı mevcuttur bu açıklamada…Çünkü başta, kesin olarak "LA İLAHE" yani "tapılacak TANRI yoktur"; hükmü veriliyor!.
Öyle ise "ALLÂH", İnsanın dışında, ötesinde; ve hatta bu vargördüğümüz varlıkların dışında ve ötesinde tapınılacak bir TANRI değildir!.
"ALLÂH"ın "AHAD" olşunu şayed iyice idrak edersek, görürüz ki -basiretle-, bir ALLÂH, bir de, yanısıra kainat gibi, iki ayrı yapı mevcut değildir!
Yani bir "ALLÂH" var, bir de alemler mevcut, değil!.
Başka bir deyişle, bir içinde yaşadığımız alemler, kainat mevcut; bir de bunların ötesinde, bunlardan ayrı, bunların dışında bir "TANRI mevcut" anlayışı, tümüyle batıldır!.
Hazreti MUHAMMED'İN açıkladığı "ALLÂH" bir TANRI değildir !.
Hazreti MUHAMMED'in açıkladığı "ALLÂH", AHAD'dır!.
Hazreti MUHAMMED'in açıkladığı "ALLÂH", sonsuz manalara sahip olup, her an bunları seyir halindedir!.
İSLAM'ın "Tevhid" inancı, yani, Hazreti Muhammed'in açıkladığı inanç sistemi, TAPILACAK TANRI OLMADIĞI; ALLÂH'ın AHAD olduğu ve dolayısıyla bir TANRI'nın mevcut olmadığı; insanların, bütün yaşamları boyunca kendilerinden meydana gelecek fiillerin neticelerine katlanacağı esasına dayanır!.
Nitekim Kur'an-ı Kerim'in çeşitli ayetlerinde hep, insanın bilfiil kendi çalışmalarının, yaptıklarının karşılığını alacağı şöyle vurgulanır:
"İnsan için kendi çalışmalarının karşılığı dışında hiç birşey yoktur!." (53-39)
"Yaptıklarınızdan başka bir şeyden dolayı karşılık göremezsiniz." (37-39)
"Yaptıklarınızın karşılığına (neticesine) ereceksiniz." (36-54)
"Herkes için yaptıklarına göre dereceler vardır. Bu da kendilerine haksızlık edilmeyerek, çalışmalarının karşılığını almaları içindir." (46-19)
"Siz çok büyük ızdırap verecek azabı tadacaksınız; ancak bu, yaptıklarınızın neticesi olarak başınıza gelecektir!." (37-39)
Yukarıdaki ayetlerde de görüldüğü üzere, insan dünyada yaptığı çalışmalarının karşılığını göreceğine göre, acil olarak ilk yapması gereken şey ölümötesi yaşamın ne olduğunu araştırmak ve "ALLÂH"ın ne olduğunu idrak etmektir…
Hazreti Muhammed aleyhisselama "ALLÂH nedir" diye soranlara cevab, "ALLÂH" tarafından bizzat veriliyor Kur'an-ı Kerim'de, "İHLAS" Suresinde:
"De ki, O ALLÂH AHAD'dır;
ALLÂH SAMED'dir;
LEM YELİD ve LEM YULED'dir;
ve LEM YEKUN LEHU KÜFUVEN AHAD'dır!."
"Hz. MUHAMMED'İN açıkladığı ALLÂH"ın ne olduğunu açıklayan bu surede öncelikle, kelimelerin geniş manası üzerinde duralım… Ve sonra da bu manaların getirmekte olduğu sonuçlar üzerinde düşünmeye başlayalım…
"ALLÂH AHAD"dır…Yani, sınırsız, sonsuz, cüzlere ve zerrelere bölünmesi sözkonusu olmayan TEK'dir…
Şimdi bu tanımlamayı iyi düşünelim!.
Cüzlere, zerrelere bölünüp parçalanması mümkün olmayan "AHAD", ya sonlu sınırlı bir tektir, ki bu takdirde evrenin herhangi bir yerinde oturmaktadır (!); ya da sonsuz, sınırsız cüzlere ayrılmaz TEK'tir ki, bu takdirde de ancak ve sadece, tekrar ediyorum ancak ve sadece "KENDİSİ" mevcuttur!.
"AHAD" olan "ALLÂH"ın dışında herhangi bir varlığın mevcudiyetini ileri sürmek önce akıl ve mantığa, sonra da iz'an ve insafa sığmaz!.
Düşünelim…
Şayed "ALLÂH"tan ayrı, "ALLÂH"ın dışında bir varlık var ise… Bu varlık ile "ALLÂH" arasındaki sınır nerededir?.. Bu sınırı nerede çizeceksiniz?..
Ya varlık, mevcud, sınırsız sonsuz TEK'tir, ikinci bir varlık yoktur!.
Ya da sınırlı sonlu, evrenin içinde bir yerde, veya evrenin dışında MEKANI OLAN bir TANRI mevcuttur (!)..?
Burada idrak edilmesi en önemli olan şey "SINIRSIZLIK-SONSUZLUK" kavramıdır…
Şimdi bu "sınırsızlık-sonsuzluk" kavramını en - boy - derinlik olarak değil, boyutsal olarak kavramaya çalışalım…
GERÇEKTE, mevcud olan TEK, bölünmez, parçalanmaz, sınırsız-sonsuz olan TEK'tir!. AHAD'dır!. Eşi, misli, benzeri, mikro ya da makro planda kendisinin dışında hiç birşey olmayan "ALLÂH AHAD"dır!.
Ancak biz, mevcut algılama araçlarımıza bağımlı olarak, o TEK yapıyı, çok parçalardan oluşmuş bir bütün gibi değerlendirme yanılgısı içindeyiz!. Çünki, beynimiz kesitsel algılama araçlarına göre hüküm vermekte!.
Oysa beyin, kesitsel algılama araçlarının yani beş duyusunun son derece sınırlı değerlendirme kapasitesi ile kayıtlı kalmasa… Bu sınırlar içinde algıladığı verileri, sadece, evrendeki sayısız varlıklardan birer kesit veya birer örnek kabul etse…
Sonra derin bir tefekkür ile, algılayabildiği örneklerden; daha nelerin mevcut olabileceğini tespit edebilse… Ve sonra, onların yapısal derinliklerine doğru, boyutsal bir seyahat yaparak, evrensel ÖZ ile karşılaşsa… Ve nihayet kendi "ben"liğinin dahi o evrensel "ÖZ" içinde "yok" oluşunu farkedebilse…
İşte bu işin çok önemli bir yanı…
* * *
Konunun ikinci önemli yanı da şurası…
Hazreti MUHAMMED'in açıkladığı "ALLÂH", "AHAD" yani sınırsız-sonsuz, zerrelere ayrılmaz olduğuna ve bu durum her yöne ve her BOYUTA şamil bulunduğuna göre; bu takdirde O'nun varlığı yanısıra, varolabilecek ikinci bir varlık, nerede, hangi BOYUTTA veya hangi başlangıç noktasında O'nun varlığına bir sınır çizerek, kendine yer açabilecektir?!.
"AHAD ALLÂH" dışında var kabul edilecek ikinci bir varlığın, TANRI'nın yeri neresidir?..
"ALLÂH"ın içinde mi, yoksa dışında mı?!.
"ALLÂH", sonsuz-sınırsızdır, dedik…
"ALLÂH"ın sınırsız-sonsuz oluşu dolayısıyla bir MERKEZİ olması da muhaldir!.
Bir şeyin merkezi olması için, onun sınırları olması, bu sınırların köşelerinin kesiştiği noktanında merkez kabul edilmesi gerekir…
Halbuki, "ALLÂH"ın sınırı yoktur…
Sınırı olmayan şeyin, merkezi de olmaz!. Merkezi olmayan şeyin özü, içi ve dışı da olmaz!.
Bizim beş duyusal yaşamımıza ve beş duyudan ileri gelen madde kabulümüze göre, bir nesnenin içi ve dışı vardır; özü vardır kabuğu vardır!. Oysa, merkezi olmayan şeyin özü ve kabuğundan, içi ve dışından sözedilemez!.
Nitekim bu mana Kur'an-ı Kerim'de bir ayette şöyle vurgulanmaktadır:
"HU ve'l evvelü vel ahirü ve zahiru vel batın"
"O, evvel, ahir, zahir, batın'dır"
Yani, Zahir, Batın, Evvel ve Ahir diye bildiğin hep "O"dur!. Bunlar, gerçekte TEK bir şeydir!. Yani, zahir ve batın diye iki ayrı şey yoktur!
"Evvel, Ahir, Zahir, Batın" kelimeleri ile işaret ettiğin şey hep "O"dur!.
Sen, "O"na, ister "Zahir" de, ister de, "Batın" de, ister "Ahir" de, ister "Evvel" de; dediğin, işaret ettiğin, tarif ettiğin hep "O"dur!.
Zira, "zahir-batın" ayırımı senin beş duyundan doğmaktadır!. Beş duyu ile algılayabildiğine "zahir" diyorsun, algılayamadığına "batın"!.
Oysa altı, yedi, oniki duyu ile algılama durumundan olsaydın, senin için zahirler de değişecekti, batınlar da!. Ve sen, bugün zahir dediğine batın, batın dediğine zahir demek durumunda olacaktın.
"ALLÂH" ise sınırsız-sonsuz TEK olması hasebiyle, "ZAHİR" VE "BATIN" kavramlarından beridir, münezzehtir!.
Evet, merkezi, içi-dışı, zahiri-batını, başı-sonu olmayan; bu gibi anlamlardan ve oluşlardan beri olan varlığın, bir yerde son bulup; o noktadan sonra, ikinci bir ayrı varlığın başlamasından sözedebilir misiniz?..
Elbette hayır!.
İşte, bu yüzden farkederiz ki, düşünebilen, hayal edebilen her noktada, tüm özellikleriyle; ve "ZAT"ıyla ve dolayısıyla tüm özellikleriyle ancak ve ancak, sadece ve sadece KENDİSİ yani, "AHAD" olan "ALLÂH" mevcuttur!.
"O"nun dışında, ikinci bir varlığın vücudundan sözeden ise, tümüyle derin düşünce yetersizliğinden doğan yanılgı içerisindedir!. Ki bu durumun dindeki adı da "ŞİRK"tir!.
"ALLÂH", "AHAD" olduğuna göre… Kendi varlığı yanısıra ikinci bir varlıktan sözedilemez!.
Ve gene, "O"nun zerrelere ayrılması şeklinde zaman boyutuna girmesi de sözkonusu değildir…
"ALLÂH SAMED'dir"…
"SAMED" kelimesinin anlamında derinlemesine bir araştrma yaparsak, şu manalar ile karşılaşırız bilebildiğimiz kadarıyla:
"Hiç boşluğu olmayan, eksiksiz, gediksiz, deliksiz, nüfuz edilemiyen… Bir şey girmez, bir şey çıkmaz!. Som…" Hani som altın deriz ya; işte öyle… Yani bir diğer ifade ile "sırf"!.
Görüldüğü gibi bütün bu manalar esas itibariyle "AHAD" isminin manasını bütünleyen, ışıklayan, açıklamalar şeklindedir.
Öyle ise "ALLÂH DOĞURMAMIŞTIR" uyarısı hangi manalarda anlaşılacaktır?
İlk anlıyacağınız mana şudur:
"ALLÂH" kendisinden ikinci bir varlık meydana getirmemiştir!.
Ya da başka bir ifade şekliyle; "ALLÂH"ın varlığından meydana gelmiş ikinci bir varlık mevcut değildir!.
Çünki O, cüzlere, zerrelere bölünmesi parçalanması mümkün olmayan TEK'tir, yani "AHAD"tır!.
1- Sınırsız sonsuzdur ki, bu yüzden ikinci bir varlığı kendi içinde veya dışında meydana getirmesi sözkonusu olamaz.
2- "AHAD" oluşu dolayısıyla cüzlere, zerrelere ayrılmaz ki, O'ndan meydana gelen ikinci bir parça olsun!.
İşte bu yüzden, "ALLÂH"tan meydana gelmiş, O'nun doğurduğu, O'nun özellikleri ile de olsa, ikinci bir varlığın mevcudiyetinden asla sözedilemez!
Netice…
"ALLÂH" ne başka bir varlık tarafından doğurulmuş yani meydana gelmiştir; ne de O'nun doğurduğu, yani O'nun varlığından meydana gelmiş ikinci bir varlık mevcuttur!.
Bu arada açıklamadığımız bir husus daha var…
Onu da görelim…
Şimdi de "LEM YULED"i anlayalım…
"Doğmamıştır" dendiğine göre burada bize şu idrak ettirilmek isteniyor demektir.
"ALLÂH, başka bir varlıktan meydana gelmemiştir!."
"ALLÂH"ın başka bir varlık tarafından meydana getirilmesi nasıl düşünülebilir ki?.. Zira O, "AHAD"dır!.
Yani, sınırsız-sonsuz, cüzlere bölünme kabul etmez TEK'tir!.
"ALLÂH"ı, meydana getirecek bir varlık düşünebilmek için, "ALLÂH"ın ister yönsel, ister BOYUTSAL bir SINIRI olması gerekir ki; o sınırın ötesinde O'nu meydana getirecek ikinci bir varlık olsun!!!. Ve sonra da o ikinci varlık kendisinden "ALLÂH"ı meydana getirsin!!!.
"ALLÂH", "AHAD"dır!.
"AHAD" olan "ALLÂH" ise, sınırsız-sonsuz, zerrelere bölünmezdir…
Bu sebeble de, kendisinin bir noktada bitip, o noktadan sonra ikinci bir varlığın başlamasından sözedilemez!.
Bu yüzden de "ALLÂH"ı meydana getiren, DOĞURAN, ikinci bir varlıktan bahsedilemez, böyle bir şey düşünülemez!.
İşte, "LEM YULED" uyarısının bize anlatmak istediği, anlayışımız kadarıyla budur…
* * *
Geldik bu tarif metnindeki son uyarıya…
"LEM YEKUN LEHU KÜFÜVEN AHAD"
"O'nun dengi, misli, mikro ya da makro benzeri mevcut değildir, AHAD'tır."
Burada şu ayeti de hatırlayalım:
"…LEYSE KEMİSLİHİ ŞEY'A…" (42-11)
"İster mikro, ister makro planda O'nun misli olabilecek hiç bir şey mevcut değildir."
Bu arada, konuya vukufu olmayanların düşecekleri bir hatayı önleme amacıyla, şu hususu da belirtmeden geçmeyelim…
Kur'an-ı Kerim'de çeşitli yerlerde "İlahımız", "İlahınız" gibi ifadeler geçmekte; ancak akabindede "İLAH"ın, "ALLÂH" olduğu vurgulanmaktadır…
Peki bu duruma göre, "ALLÂH"ın, bir "İlah" yani "tanrı" olduğu ileri sürülemez mi?
Sürülemez!.
Bu gibi tanımlamalar, "İlah"a yani "tanrı"ya tapanlara yapılan açıklamalardır.
Yani onlara denilmektedir ki;
"Sizin, İLAH sandığınız, TANRI dediğiniz şey mevcut değildir; gerçekte var olan SADECE "ALLÂH"tır!. Sizin ve bizim "İlah"ımız hep aynı ve tektir…Ve dahi, O da "ALLÂH"tır.."
Evet, bu açıklamalardan gaye, o kişilerin belirli bir "tanrı" varsayımından kurtulup, "ALLÂH"ı idrak etmeye çalışmalarıdır…
Şimdi, elimizi vicdanımıza koyarak düşünelim…
Varlığına iman ettiğimiz, ya da inanmadığımız, ancak her iki halde de "ALLÂH" adını verdiğimiz TANRI ile; burada tarif edilen Hazreti MUHAMMED'in açıkladığı "ALLÂH" aynı mıdır?
Hazreti MUHAMMED'in açıkladığı "ALLÂH" için "TANRI" kelimesi kullanılabilir mi, ya da "TANRILIK" mefhumu kabul edilebilir mi?..Düşünülebilir mi?!.
Yani, gerçekte, dün - bugün - yarın varolan ve sonsuza dek varolmakta devam edecek olan, "BAKİ" "VECH"tir.
"VECH"in perdesi olan yegane şey ise, o şeye ait olan "İSİM"dir…Ki o isim, sonradan "VECH"in bir manası üzerine konmuş bir perdedir… Perdedin ardındaki varlık ve onu meydana getiren manalar ise "ALLÂH" isimlerinden varlıklarını alırlar…
Sonuç olarak şunu kesinlikle bilelim ki…
Kur'an-ı Kerim'de ve Hz. Muhammed'in açıkladığı "ALLÂH" kavramında ötede ya da ötende, yani senin dışında bir tanrı kavramından sözedilmeyip; sadece kendisi var olan sonsuz-SINIRSIZ "TEK" farkettirilmeye çalışılmaktadır…
AHMED HULÛSİ

1 Mart 2011 Salı

Açlığa Güzelleme


Açlığa Güzelleme

DOYANA KADAR yiyip kanana kadar içtiğim bütün zamanlarda ya Allah’a isyan etmiş ya da bir günah, masiyete niyetlenmişimdir. [Zünnûn El-Mısrî]

Sufiler açlığı kendileri için büyük bir ganimet bilirlerdi. Onlar açlığı Allah’a niyazla, manevî tecrübeyle ve ilâhi aşkla özdeşleştirmişlerdi. Yahyâ b. Muâz: “Eğer açlık çarşıda satılan bir şey olsa, ahiret taliplerinin çarşıya çıktıklarında, ondan başka bir şey satın almamaları gerekirdi.” derdi. Açlık, mürîdler için niyâz, tevbekârlar için tecrübe, zâhidler için siyaset ve ârifler için aşk olmak üzere, dört türlüdür. Sehl b. Abdullah, acıkınca güçlenir; bir şeyler yiyince de zayıflardı.

Açlık gönlü Allah’a yaklaştırdığı mideyi ise dünya nimetlerinin peşinde koşmaktan kurtardığı için ahireti dileyenlerin en çok isteyeceği nimettir. Açlık Allah’ı dileyen müridler için Rablerine bir niyaz ve yöneliş; Allah’a tevbe edenler için Allah dışındaki her şeyden geri dönme tecrübesi; dünya nimetlerinden gönlünü ve zihnini özgürleştirenler için bir yaşam tarzı;ilmini yaşayan Allah âşıkları için ilâhi aşkın kaynağıdır.
Sufiler açlığı bir ganimet bildikleri gibi onlar şeytanın tok bir insana vereceği vesveseyi de çok etkili bir dille ifade ederler: Onlar, şeytanın ayaktaki tok adamın boynuna sarılıp içine girip istediği gibi vesvese verdiğini ifade etmişlerdir. Onlara göre açlık, kalbi sâfileştirir, hevâyı öldürür, ince ve sırlı ilimleri te’min eder. Bu manada Zunnûn el-Mısrî : “Doyana kadar yiyip, kanana kadar içtiğim bütün zamanlarda, ya Allah’a isyan etmiş ya da bir masiyete niyetlenmişimdir.” demiştir. Bu nedenle insanın Allah’a ve ibadetlere duyduğu açlık ne kadar değerli ve önemliyse ruhu beslemek üzere oruç tutması da o kadar değerlidir. İnsanın bedenî açlığı nefsi terbiye ederken; Allah’a kavuşmaya yönelik açlığı gönlü terbiye eder; ruhu doyurur.

Hem bedenî hem manevî açlığını oruçla terbiye eden bir kişi için oruç, ten midesini terbiye edip gönül midesini harekete geçirir. İnsan mideden vaz geçerse gönüle gider; gönülde Rabbini bulur. Hz. Pir Mevlâna bu durumu şöyle ifade eder: “Ten midesi, insanı samanlığa doğru çeker götürür; gönül midesi ise reyhanlığa ulaştırır. Samanla, arpayla beslenen hayvan kurban olur; Hakk nuru ile gıdalanan da Kur’an olur. Mideden vazgeçip gönüle doğru yürü de, Allah’tan sana perdesiz, açık selâm gelsin. Kendine çeki düzen vererek bir iki adım daha at da aşk, kulağını tutup sana, ‘Gel’ desin.”

İnsan gönül midesini ancak oruçla terbiye edebilir. İnsan midesinin derdine düştüğünde dünya nimetlerine olan isteği artar. Ancak Rabbine kavuşmanın derdine düştüğünde midesinin ve bütün dünya nimetlerinin kölesi olmaktan kurtulur. Açlık bedenin hoşuna gitmese de ruhu besleyen, nefsi temizleyen ve dikkati Allah’a yönlendiren bir öneme sahiptir. Bu nedenle açlık, beden için belâ olduğuna göre, demektir ki, o kalp için ziya, ruh için safa ve sır için likâdır.
Yani açlık beden için bir sıkıntı sebebi; kalp için güneş ışığı gibi aydınlık bir nur; ruh için huzur ve rahatlığın kaynağı; insanın sırrı için manevî bir elbisedir. Beden topraktan yaratıldığı için meyli hep maddeyedir. Ruh, Allah’ın nefesi ve özel bir işi olduğundan meyli de Allah’adır. Bu yolda, besili bir beden, ruh için hakiki bir engeldir.
Bilgin sana kıymet, talebin neyse, osun sen,
İnsanlığı, sade yiyip içmede mi sandın?